Yeni dine girme
sırasında insanları yönlendiren ruhsal dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu
nedenle şu âyet nazil oldu-
«Bedeviler* dedi ki:
«iman ettik» De ki: «Siz iman etmediniz, ancak 'islâm (müslüman veya teslim)
olduk' deyin. îman henüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve
Rasulüne itaat ederseniz, O, sizin emellerinizden hiçbirini eksiltmez.»
(Hucurat: 14)
Bu âyet iman etmeden
teslim olmayı -en aşağı derece olarak kabul ederek İslâm hiyerarşisini
tamamlıyordu. Daha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce
Peygamber (s.a.v.)'e nazil olan Nur Sûresinin konusunu daha doğrusu konularından birini teşkil
ediyordu. Kur'an'da nur, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nurun
(aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:
«Allah, göklerin ve
yerin nurudur. O'nun nurunun misali, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir;
çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki. doğuya da
battya da ait olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç
ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı tştk verir. (Bu) Nur üstüne nurdur.
Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-ilettr. Allah insanlar için
örnekler vermektedir. Allah, herşeyi bilendir.» (Nur: 35)
En alt derecede,
aydınlatılan fakat kendisi ışık saçmayan kandil vardır. Daha sonra sırça
gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması
insana. «Allah insanlara örnekler verir» diye başlayan ve sebebini belirterek:
«belki düşünürler» (Haşr: 21) diye biten başka ayetleri hatırlatıyor. Nur
ayetinin tümü insanı düşünmeye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur'an bu
konuyu burada imalı bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan ayetlerde
imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlaşılmıştır. Bunlardan birinde
(Vakıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır, «Ashabı Meymene» (ahirette amel
defteri sağdan verilen ya da sağ yanda olanlar), «Ashab-ı Meş'eme» (ahirette
defterleri soldan verilenler, ya da sol yanda olanlar) ve «Yarışıp öne geçmiş
öncüler.» «Ashab-ı Meymene» kurtulanlar, «Ashab-ı Meş'eme» de
cezalandırılanlar. «Öncüler ise en üst derecededirler ve onlara Allah'ın
Kulları[1]
denilir.. Baş melekleri diğer meleklerden ayırmak için kullanılan Allah'a
yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bunlar İçin kullanılır. İlk nazil olan
sûrelerden bazılarında mü'min kategorisinde, «öncüler»le (sabikûn) «Ashab-ı Meymene»
arasında yeralan «iyiler» (ebrârl diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki
ilişki Kur'an'm bu üç grubun Cennette ki durumlarıyla ilgili anlattıklarından
çıkarılabilir. Ashab-ı Meymene»ye içmek için «saf su» verilirken, en yüce
kaynaklar sadece «öncülerde verilir. «İyilerde ise, onların «Öncüler» in ayak
izlerine uyanlar olduğunu belirtir, bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı
verilir (insan: 5), (Mutaffifin: 27).
Üstünlük derecelerine
Kur'an'da kalbten bahsederken de değinilir. Kur'an çoğunluktan bahsederken:
«Gerçek şu ki, gözler
kâr olmaz, ancak sinelerdeki kalbler körelir» (Hac. 46).
der. Diğer taraftan
Peygamber (s.a.v.) tüm diğer Peygamberler gibi, kalbinin devamh uyanık
olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur'an bunun belli ölçülerde
başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belirtir, çünkü bazen sadece
«temiz akıl sahipleri»ne (ulü'l-el-bab)
(Yusuf: ili, Ra'd: 19) hitap eder.
Peygamber (s.a.v.)'in
Ebu Bekir hakkında şöyle söylediği rivayet edilir: «O sizi çok oruç tutmakla
ve çok namaz kılmakla geçmedi, fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey
sayesinde geçti.»[2]
Peygamber (s.a.v.) sık
sık Ashabdan bazılarının diğerlerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke'nin
fethi sırasında Peygamber (s.a.v.)'in yanında Halid kendisini azarlayan
Abdurrahman îbn Avf'a sinirlenip karşı çıkınca Peygamber (s.a.v.):
«Arkadaşlarıma (Ashabıma) nazik davran Halid, çünkü senin Uhud dağı
büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşlarımdan
hiçbirinin faziletine ulaşamazsın»[3] dedi.
Kur'an'a göre bir
derece ile diğeri arasındaki fark ahi-rette, bu dünyadakinden daha büyüktür:
«Onlardan bir kısmım
bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret dereceler bakımından
daha büyüktür, üstünlük bakımından da daha büyüktür» (tsra: 21).
Peygamber (s.a.v.) de
şöyle demiştir: «Cennet ehli kendi üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak
gezegeni (ve-nüs) doğu veya batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda
olduğunu görecekler»[4]
İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır,
öğrettiklerinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı
kişilere hasretmiştir. Ebu Hureyre: «Hafızama Rasu-lullah (s.a.v.)'tan
öğrendiğim iki tür bilgi depoladun. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını
da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz»[5]
diyerek boğazına işaret etmiştir.
Mekke ve Huneyn
zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.)
arkadaşlarından bazılarına-«Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz» dedi.
İçlerinden biri: «Ey Allah'ın Rasulü, büyük cihad nedir? diye sorunca: «Nefse
karşı cihad»[6]cevabını verdi. însan nefsi
iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur'an:
«Gerçekten nefis var
gücüyle kötülüğü emredendir» (Yusuf: 53) der. Şuur da denen iyi bölümüne de:
«Kendini kınayıp duran
nefis» (Kıyamet: 2).
adını verir. îşte alçak
nefse karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısmıdır.
En sonunda da savaşı
sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan «mutmain (tatmin olmuş) nefis»
vardır. *Öncüler»in (sabikûn), «Allah'ın kullananın ve «Allah'a yaklaştırılmış
olanlardın (mukarrebûn) nefisleri işte böyledir. Kur'an bu kemâle ermiş olan
nefse şöyle hitap eder:
«Ey mutmain (tatmin
olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön[7] .
Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.» (Fecr: 27-30).
Bu lütuflardaki ikili
doğa, Kur'an'ın kutsanmış nefis için verdiği iki Cennet va'dini ve Peygamber
(s.a.v.)'in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği «Rabbimle
ve Cennetle buluşma»
sözünü hatırlatıyor. «Mutmain nefis- için, «Cennetime gir» sözü -Rabbimle
buluşma» sözüne tekabül ediyor; «Kullarımın arasına gir sözü de «Cennet» e
tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennet 'ül-a'la), yani •Rabbimle buluşma»
Rıdvan'dan başka birşey değildir. Aşağıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:
«Alîah, mü'min
erkeklere ve mü'min kadınlara İçinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan
cennetler ve And cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan
hoşnutluk (Rıdvan) ise en büyüktür. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' da
budur.» (Tevbe- 72).
Peygamber (s.a.v.) bu
dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi
hadislerden birinde şöyle denir: «Kulum gönüllü (nafile) ibadetieriyle bana
yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun
duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum»[8].
Gönüllü ibadetlerin en
başında «Allah'ı anmak veya Allah'ı çağırmak» anlamına gelebilecek olan zikr
Allah gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v.) şöyle bir emirle
karşılaşmıştı:
«Rabbinin ismini
zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O'na yönel» (Müzentmit: S).
Daha sonraları nazil
olan bir âyette de şöyle deniyor, du:
«Hiç şüphe yok namaz,
çirkince-utanmazltklardan ve kötülüklerden vazgeçirir. Allah'ı zikretmek ise
muhakkak en büyüktür» (Ankebût: 45).
Kalb ve kalbin
körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): «Herşeyin pasını silen bir cilası
vardır, kalbin cilası ise Allah'ı zikretmektir»[9],
demiştir. Mahşer gününde
Allah katında kimin en
yüksek dereceye sahip olacağı sorulduğunda ise «Allah'ı en çok zikreden kadın
ve erkekler» cevabını vermiştir. Bunların, Allah yolunda savaşanlardan da
yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:
«Kişi müşrik ve
putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah'ı
zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır»[10].
[1] Tahrim t 6, Fecr; 29:/Kur'an kul kelimesini İki
anlamda kullanın bîri herşeyi İçine alan -hatta şeytanı bile kulu olarak gören
diğeri iso yukarıdaki gibi âyetlerde hususi anlamda. Şeytana hitaben söylenen
şu sözlerde de bu kelime husus; anlamda kullanılmıştır: «Btimm kullarım; senin
onlar uzo-rinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur.» îsra: 65).
[2] El Hakim et-Tirmızı, Nevadiru'1-Üsûl,
[3] I. i, 853
[4] M. U. 4
[5] B. III, 42.
[6] B'eyhâki, Zûd.
[7] Yani karşılıklı Rıdvan ılc. (bk. böl. XXX),
[8] B. LXXXI, 37.
[9] Beyhakî, Da'vet.
[10] Tir. XLV.