Ebû Abdillâh Ca’fer b. Muhammed el-Bakır b. Alî Zeynil’âbidîn80 (699) veya 83 (702) yılında Medine’de doğdu. Babası İsnâaşeriyye’nin beşinci imamı Muhammed el-Bâkır, annesi Hz. Ebû Bekir’in torunu olan Kasım b. Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir. Böylece Ca’fer es-Sâdık’ın soyu baba tarafından Hz. Ali’ye, anne tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaşmaktadır. Künyesi büyük oğlu İsmail’e nisbetle Ebû İsmail ise de onun kendisinden önce vefat etmesi sebebiyle daha çok Ebû Abdullah, bazan da Ebû Mûsâ diye anılmıştır. Lakaplarının en meşhuru Sâdık olup Sâbir, Fâzıl, Tâhir ve Âtır lakaplarıyla da zikredilmiştir.

Dedesi Zeynelâbidîn’in ölümü sırasında on beş yaşında olan Ca’fer es-Sâdık, ilk bilgileri ondan ve babası Muhammed el-Bâkır’dan aldı. Babasının on dokuz yıl süren imametinden sonra kendisi de otuz dört yıl aynı vazifeyi devam ettirdi.

Şiî âlimler, Hz. Ali’nin Hasan ve Hüseyin’i kendisinden sonra imam tayin ettiği gibi Muhammed el-Bâkır’ın da oğlu Ca’fer’i imam olarak belirlediği görüşündedirler. Onlara göre Bakır, “Biz yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lutufta bulunmak, onları önderler yapmak, yine onları vârisler yapmak istiyoruz” mealindeki âyette ifade edilen kimseler arasında Ca’fer es-Sâdık’ın da bulunduğunu belirtmiş, vefatı sırasında ona, mensuplarına karşı iyi davranmasını tavsiye etmiş ve kendisine “kâim’in kim olacağı sorulduğunda eliyle Ca’fer’e dokunarak, “Hz. Peygamber’in âl-i beytinin kâimi budur” diye cevap vermiştir. Onun bu ifadeleri, Ca’fer es-Sâdık’ın imameti konusunda mütevâtir deliller olarak kabul edilmiştir .

Uzun süren imamet devresinde çeşitli kesimlere mensup geniş İslâm toplumuyla iyi münasebetler kuran Ca’fer es-Sâdık, Sünnî kaynaklarda da daima hürmetle anılan ilmî bir şahsiyet olarak benimsenmiştir. Emevî ve Abbasî devirlerini idrak eden ve mensubu olduğu Hâşimîler’in imamı olarak onların durumunu korumaya çalışan Ca’fer, amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip öldürülmesinden sonra (122/740) ağırlaşan şartların tesiriyle siyasetten tamamen uzaklaşmış, Medine’de ilimle meşgul olmuş ve bu şekilde Emevîler’in baskılarından kurtulabilmiştir. Abbasîler devrinde de siyasî-idarî tutum açısından önemli bir değişikliğin olmadığını görerek kendisini ilme vakfetmiştir. Özellikle amcazadeleri Muhammed en-Nefsüzzekiyye ile İbrahim b. Abdullah’ın 145 (762) yılındaki isyanlarına muhalefet etmiş, onlara başarılı olamayıp öldürülebileceklerini söylemiştir. Hadiselerin Ca’fer es-Sâdık’ın tahmin ettiği istikamette gelişmesi, daha sonra Şîa tarafından onun geleceği bilmesi şeklinde değerlendirilmiştir.

Ca’fer es-Sâdık Medine’de vefat etti. Şiî rivayetler onun Abbasî Halifesi Ebû Ca’fer el-Mansûr tarafından zehirlenerek öldürüldüğü şeklindedir. Cenazesi Cennetü’l-Bakî’da babası Muhammed el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in kabirlerinin yanına defnedildi. Mezarı Vehhâbîler’in tahribine kadar ziyaret mahalli olarak kalmıştır. Ca’fer es-Sâdık’ın, amcası Hüseyin b. Ali Zeynelâbidîn’in kızı olan ilk hanımı Fatma’dan İsmail, Abdullah, Ümmü Ferve; Hamîde el-Berberiyye adlı ikinci hanımından Mûsâ, İshak, Fâtıma, Muhammed; diğer hanımlarından da Abbas, Ali ve Esma olmak üzere on çocuğu olmuştur. Ölümünden sonra Şîa, oğulları İsmail adına kurulan İsmâiliyye ve Mûsâ el-Kâzım’ı imam tanıyan İsnâaşeriyye olmak üzere iki büyük gruba ayrıldı.


Cennetü’l-Bakî’da babası Muhammed el-Bâkır ve dedesi Zeynelâbidîn’in kabirlerinin yanına defnedildi.

Hadis, tefsir, fıkıh, akaid, cedel, lügat ve tarih gibi alanlarda yoğun bir faaliyetin görüldüğü, değişik fikir ve görüşlerin fırkalaşmayı meydana getirmeye başladığı VIII. yüzyılda İslâmî konulardaki düşüncelerini daha toplayıcı bir tarzda ortaya koyan Ca’fer es-Sâdık, bununla birlikte sapık fırkalarla mücadele etmekten de geri durmamıştır. Bu sebeple çağdaşlarının takdirini kazanmış, ancak çeşitli zümreler onun farklı meziyetlerini ön plana çıkarmışlardır. İsnâaşeriyye’ye göre o bütün gizli, felsefî, tasavvufî, fıkhî, kimyevî ve tabii ilimlere, ayrıca Zebur, Tevrat, İncil’e ve İbrahim’in suhufuna, Hz. Fatma’nın mushafına, her türlü helâl ve harama, geçmiş ve gelecekteki bilgi ve haberleri ihtiva eden cefr ilmine vâkıftır; ilâhî ilimlerin taşıyıcısı ve Şîa’nın altıncı imamıdır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan Mûsâ ve Hızır kıssasındaki ihtilâfta her ikisinin de haberdar olmadığı hususları bilen, başlangıçtan kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyi Hz. Peygamber’den veraset yoluyla öğrenmiş olan kimsedir. Hattâbiyye, Bezîgıyye, Umeyriyye, Nâvûsiyye ve Mufaddaliyye gibi müfrit Şiî fırkaları, İsmâiliyye imamları ve dolayısıyla Ca’fer es-Sâdık hakkında bundan daha aşırı fikirler ileri sürerken onun Ali’den üstün, mehdî, peygamber ve hatta ilâh olduğunu iddia etmişlerdir. Buna karşılık Ehl-i sünnet Ca’fer’i hadisle uğraşan, fıkıhta müctehid derecesine ulaşmış, sezgi gücü yüksek, doğru sözlü, nakline ve görüşlerine güvenilir bir hadis ve fıkıh âlimi olarak değerlendirmektedir.

Ca’fer es-Sâdık tasavvuf tarihinde de önemli bir yere sahiptir. İlk sûfflerin hayat hikâyelerini anlatan Ebû Nasır es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî gibi mutasavvıf müelliflerin ondan hiç bahsetmemiş veya nadiren atıfta bulunmuş olmalarına karşılık Ebû Nuaym el-İsfahânî Hilyetü’l-Evliya’da kendisine geniş yer ayırmıştır. Bütün sofilerin evliyadan saydıkları Ca’fer es-Sâdık tarikat silsilelerinde de önemli bir yer tutar. Nakşibendiyye ve Bektaşiyye mensupları ona tarikat silsilelerinde yer verir, Bâ-yezîd-i Bistâmî’yi onun müridi olarak görürler. Bir tarikat olmaktan çok tasavvuff bir tavrı ifade eden Aşkıyye mensupları silsilelerini Ca’fer es-Sâdik’la başlatırlar. Ni’metullâhiyye, Nûrbahşiyye ve Zehebiyye gibi Şiî tarikatları da onun tasavvuf bakımından önemini kabul etmişlerdir. Bununla beraber genel olarak Şîa Ca’fer es-Sâdık’ın tasavvufla hiçbir ilgisinin bulunmadığını, sûfîleri kendisine düşman bildiğini ve onlarla mücadele etmeyi dinî bir görev saydığını ileri sürerler. Cefr, havas, tılsım gibi birtakım gizli ilimlerin, gaybı ve geleceği bilme ile ilgili bazı olağan üstü yeteneklerin ona nisbet edilmesi, daha ziyade son dönem mutasavvıfları için ilgi çekici olmuş, bu ise birçok hurafî inanç ve uygulamaların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İnsanların din konusunda bilmeleri zaruri olan başlıca hususları, Allah’ı kâinatın yaratıcısı ve yöneticisi olarak tanımak, O’nun nimetlerini ve O’na karşı yapılması gereken vazifeleri bilmek, küfür ve irtidada sebep olacak şeylere vâkıf olmak şeklinde gösteren Ca’fer es-Sâdık’a göre Allah hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez. Allah kulların tasavvur ettiği her türlü hayal ve vehmin ötesindedir, gözler O’nu idrak edemez. Ca’fer, Hz. Peygamber’in mi’racda Allah’ı görüp görmediği hususu kendisine sorulduğunda “kalbiyle gördü” şeklinde cevap vermiştir. İnsanların ihtiyarî fiillerinin kendilerine nisbet edileceğini, fiillerin hayır veya şer olmasından dolayı mükâfat ve ceza göreceklerini belirten Ca’fer es-Sâdık, kıyamet gününde Allah’ın bütün mahlûkatı toplayacağını, onları emirlerini yerine getirmemekten dolayı mesul tutacağını, iradeleri dışında mâruz kaldıkları şeylerden dolayı ise sorumlu tutmayacağını söylemiştir. Büyük günah işleyen kimsenin durumu hakkında ona nisbet edilen görüş, günahkâr müminin günahı miktarınca azap gördükten sonra cehennemden çıkıp cennete gireceği şeklindedir. Ona göre büyük günahlar şirk, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ebeveyne itaatsizlik, adam öldürmek, namuslu kadınlara zina isnadında bulunmak, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, yalan yere yemin etmek, ribâ, zina, hıyanet, zekât vermemek, yalancı şahitlik, içki içmek, namazı terketmek, ahdi bozmak, akrabalık münasebetini kesmek, yalan söylemek, Allah’a karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yapmak, livâta ve bid’at olmak üzere yirmiyi aşkındır.

Kur’ân-ı Kerîm tefsirinin re’ye dayandırılmasını tasvip etmeyen Ca’fer es-Sâdık, böyle bir tefsirde isabet edilse bile sahibinin Allah katında bir ecir elde edemeyeceğini söylemiştir. Re’y ile yapılan tefsiri tamamıyla kabul veya reddetmeyen İmâmiyye ise imamların beyanına aykırı olan açıklamalara karşı çıkmaktadır.

Ca’fer es-Sâdık’ın tabii ilimler ve özellikle kimya konusunda geniş çalışmaları bulunduğu, nitrik asit ve kezzap ile tuz ruhunun karışımından meydana gelen ve altın eritmeye mahsus bir sıvı olan “aqua regia’yı (el-mâü’l-melikî, kral suyu) keşfettiği ve kimya konusundaki bilgilerini kabiliyetli gördüğü öğrencisi Câbir b. Hayyân’a öğrettiği yaygın rivayetler arasındadır (geniş bilgi için bk. el-Hâşimî, tür. yer). Ancak bu rivayetlerin doğruluğu çok şüphelidir. J. F. Ruska, P. Kraus gibi bazı şarkiyatçılar kimya, cefr, havas gibi konularda Ca’fer’e isnat edilen rivayetlerin asılsız olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ruska’ya göre o dönemde Medine’de kimya ile ilgilenmeyi mümkün kılacak şartlar mevcut değildi; ayrıca “bu takva ehli insanlar’ın teorik veya pratik kimya bilgilerine ulaşmaları imkânsızdı. Ancak bazı araştırmacılar, Ca’fer’in genellikle Medine’de yaşamakla birlikte Irak’a giderek bir süre orada kaldığını ve kimya, tıp, astronomiye özel merakı olan ve bu alanda birkaç kitabın Arapça’ya çevrilmesini sağlayan Halici b. Yezîd’in halasının oğlu olduğunu dikkate alarak kimya ile ilgilenmiş olabileceğini belirtmişlerdir. Bununla birlikte gerek kimya gerekse cefr, tılsım, havas, hurûf gibi sırrı ilimlerde uzman olduğu, kitaplar yazdığı, öğrenciler yetiştirdiği, keşifler yaptığı yolundaki iddialar tamamen asılsız olmasa bile büyük ölçüde mübalağalıdır. Bu hususta kendisine isnat edilen görüş, bilgi ve eserlerin çoğu, aslında sonraki Şiî-Bâtınî zümrelere ait olup Ca’fer’in bütün müslümanlar nezdinde saygı gören kişiliğini istismar etmek üzere ona izafe edilmiştir. Nitekim Buhârî’nin, Ca’fer’in yanına girip çıkanların onun ağzından hadis uydurduklarını göz önünde bulundurarak ondan nakledilen hadislere itibar etmemesi de daha hayatta iken çevresinin kendisi hakkında yakıştırmalar yapmaya başladığını göstermektedir.

İmâm-ı Câfer’in en meşhur talebesi, olan İmâm-ı a’zâm, Câfer-i Sâdık’ın sohbetlerine iki sene devâm ederek, o gizli ve açık mârifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmâm-ı a’zam, onun huzurunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; “O iki sene olmasaydı, Numan helâk olmuştu.” buyurmuştur.

Hakiki islam âlimleri, dinimizi, hiç değiştirmeden bugüne kadar ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin”, ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, “Fukaha”, kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf” ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifin” denildi. İşte İmâm-ı Câfer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı.

Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Câfer’i buraya getir, öldürmek istiyorum.”Vezir, hükümdârı bundan vazgeçirmek için çok çalıştı ise de iknâ edemedi. Mecburen çağırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. “İmâm-ı Câfer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkarınca hemen başını vurun!” dedi. Bir müddet sonra, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu, edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellatlar şaşırıp kaldı. Hükümdar, Hz. imama ,”Efendim, benden isteğiniz olursa emredin, hemen yapayım.” dedi. Hükümdara “O halde lütfen beni bir daha çağırıp da ibadetten alıkoyma.” buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra vücudunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâl?” Hükümdar; “O içeri girince, yanında bir aslan gördüm. Sanki bana “Onu incitirsen seni parçalarım.” diyordu. Ne yapacağımı şaşırdım.” dedi.

Buyurdu ki:

“Şunlarla beraber bulunmaktan sakın:

1- Yalancıdan.
2- Cimriden.
3- Ahmaktan. Çünkü en çok işine yarayacağı zaman, seni bırakır.
4- Fâsıktan yani günah işlemekten utanmayandan!“

Bir hata işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatada ısrar helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin.” “Mihnete şükretmeyen, nimete şükretmez.

Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur. “

Şu dört şeyin azı da çoktur: Ateş, düşman, fakirlik, hastalık.

Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak.