Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri, Türkistan’ın büyük velilerindendir. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünya ve ahirette saadete kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve velilerin on sekizincisidir. 1403’te Taşkent’te doğdu. 1490’da Semerkant’ta vefat etti. Kabri oradadır.

Doğumundan itibaren üstün halleri görüldü. Annesi nifastan temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve veli idi. Vefat edeceği sırada, torunları ile tek tek vedalaştı. Ubeydullah-ı Ahrar o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: “Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bu İslamiyete hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun sözünü dinleyecekler.” dedi.

Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helâl kazanmak için tarımla meşgul oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsulüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [700 ton] zahire uşur verirdi. Ambarlarına konulan mahsul, çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Kendisi bu konuda; “Bizim malımız, fakirler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyururdu.

Yakınlarından biri, bir gece birini kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. O kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeye başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve testi kırıldı. Şarap isteyen kimse, kimse bilmesin diye, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan testisinin parçalarını topladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılırdı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmazdı.” buyurdu.


Özbekistan – Semerkand şehrinde defnedilmiştir.

Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: 

“Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnız başıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî’nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager’in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan’ın kabrine gittim. İçimde hiçbir korku yoktu.

Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent’in bütün mezarlarını dolaşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş olacaklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek istemişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr’un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup titremeye başladı. ‘Sana ne oldu?’ dedim. ‘Gözüme garip şeyler görünüyor, az kaldı helâk olacaktım.’ dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: ‘Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır.’ Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler.”

Bu talebesi anlatır:

Seferde idik. Gece yarısı bana “Hemen kalk, eşyalarını topla ve derhal dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Beni takip edin” dedi. bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir veli olduğunu bir kere daha anlamış oldular. Buyururdu ki:

“Kalbin kararmış olmasının alâmeti, günahlardan, üzüntü duymaması, günahta ısrar etmesidir. işlediği günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasihat tesir etmez, gafletten uyanmaz.”

“Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamanımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zulümden korumaktır.”

“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”

“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”

“Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”

“İnsanın kıymeti; idrâkinin, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”

“Belâlara sabretmek hatta şükretmek gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları vardır.”

“İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

“Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmemeliyiz”

Kendisi şöyle anlatır: 

“Hâlimin başlangıcında, rüyâda Resûlullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) gördüm. Gâyet yüksek bir dağın eteğinde, Eshâbı ile topluluk hâlinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işâret edip; “Beni bu dağın başına çıkar!” buyurdu.Ben de kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. ‘Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.’ buyurdular.

Yine ilk zamanlarda, rüyâda Hâce Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî Hazretleri’ni gördüm. Bâtınıma, kalbime öyle tasarruf etti ki, ayaklarımda mecâl kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp, ‘Mübârek olsun!’ buyurdular.”

Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent’te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ı Ahrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allah-u Teàlâ’ya ibâdet etmek ve O’nun ismini anmakla geçirdi. Allah-u Teàlâ’nın rızâsına kavuşmak için gayret etti.