Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri hazretleri, Anadolu’da yaşayan büyük velilerden. Silsile-i aliyye adı verilen, insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyada ve ahirette seadete, mutluluğa kavuşmalarına vesile olan büyük âlim ve velilerin otuz birincisidir. Peygamber efendimizin neslinden olup Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunudur. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Salih Geylani’dir. Şihabüddin, İmadüddin, Kutbü’l-İrşad vel-medar lakaplarıyla ve Hakkari nisbesiyle meşhurdur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin halifelerindendir. 1853 (H.1269) senesinde Şemdinli yakınındaki Nehri’de vefat etti. Kabri orada olup ziyaret edilmekte, feyz ve bereketlerinden istifade olunmaktadır.
Asil ve temiz bir aileye mensub olan Seyyid Taha-i Hakkari’de çocukluğunda büyüklük ve olgunluk halleri görülür, zeka, istidat, vakar ve heybeti ile herkesin dikkatini çekerdi.
Onu her gören ilerde pek büyük bir zat olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymaniye, Kerkük, Irak, Erbil, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden, tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.
Seyyid Taha, daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz.” deyince; “Bu, ma-i caridir, yani akar sudur. Dinimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar.” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır.” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerameti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana itiraz etmeyeceğiz.” dediler.
Hicri on üçüncü asrın kutbu olan Mevlana Halid, Hindistan’a giderek, Gulam Ali Abdullah Dehlevi’nin huzuru ile şereflenip, layık ve müstahak oldukları fazilet ve kemalatı aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakk’a kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlana’nın kalbinden saçılan nurlarla aydınlanmaya başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da Süleymaniye’de bulunan Mevlana’yı ziyarete gitti. Sohbetinde bulunarak, kemale geldi ve halife-i ekmeli yani en olgun halifesi oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi’ye, biraderinin oğlu Seyyid Taha’nın, harikulade ve yüksek istidadını anlattı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraberinde getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah, ikinci ziyaretlerinde yeğeni Seyyid Taha’yı da götürdü. Mevlana hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Taha’yı görür görmez, Abdülkadir Geylani hazretlerinin kabr-i şerifine gidip, istihare etmesini emretti. Seyyid Taha da kabre gidip istihare etti. Ceddi Abdülkadir Geylani hazretleri, “Mevlana Halid, zamanının âlimi, evliyanın büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir.” buyurdu.
Seyyid Taha, büyük dedesi Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin manevi emri ve izni üzerine, Mevlana’nın huzuruna geldi. Bu öyle bir gelişti ki, pek az kimselere nasib olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişten belli oluyordu. Mevlana, Seyyid Taha’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalplerin düşünemediği makamlara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velisi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyazet ve mücahedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.
Seyyid Taha Hz.’lerin kabri Hakkari Şemdinli’dedir.
Mevlana Halid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Taha’ya dağdan taş getirtirdi. Bu hal, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; “Hocamız Mevlana, Resulullahın Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu halde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesindeki hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlana ise, bu hususta konuşmaz sükut ederdi.
Seyyid Taha hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, velilikte pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve keramet sahibi olarak hilafet-i mutlaka ile şereflendi.
Seyyid Taha hazretleri, hilafetle müşerref olup Berdesur’a hareket edeceği zaman, Mevlana onu büyük bir cemaatle uğurladı. Vedadan sonra, Seyyid Taha, Mevlana’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlana olduğunu gördü. “Estagfirullah” deyip, geri çekildi. Mevlana, Seyyid Taha hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resul-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım sebebiyle üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız.” buyurdu. O da sıkılarak; “Emir edebden üstündür.” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, salih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlana durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Taha’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenab-ı Hak yardımcın, büyüklerin ruhları sığınağın olsun.” buyurdu. Taha-i Hakkari hazretleri Mevlana Halid-i Bağdadi’nin halifesi olarak Berdesur’a geldi.
Amcası Seyyid Abdullah, Nehri’de talebe yetiştirmek ile meşgul iken, oraya çok yakın olan Berdesur’a Seyyid Taha’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; “Böyle iki büyük halifenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefat ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Taha hazretleri, Nehri kasabasına gelip irşada başladı. Burada kırk iki sene, ilim talebesine, Hak aşıklarına ve Hakk’ı arayanlara ilim, feyz ve nur saçtı. Aşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşad ve nur kaynağının etrafına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu. Allah’ı arayanların arzusu ve ruhlarının mıknatısı haline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. Nehri birkaç cami, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkan, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.
Seyyid Taha’nın sohbetleri bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın rızasını kazandı.
Seyyid Taha hazretleri, en büyük velilerden olup, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlardı.
Dergahı.
Bir sohbeti esnasında buyurdu ki:
“Bana Cennet ve Cehennem’den bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi tesir etmez.” Bu sözü açıklarken halifesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi şöyle buyurdu: “Ebrar, yani iyi müminler ahiretleri için amel ederler, mukarrebler, yani Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sadece Allahü teâlâ için amel ederler.”
İnkârcılardan ve bid’at sahiplerinden kaçınmak hususunda buyurdu ki:
“Münkirden (inkârcıdan) ve bid’at ehlinden aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resulullahın zamanında olsalardı, ona iman etmezlerdi.”
Seyyid Taha hazretleri bazan; “Misvakla kılınan bir rekat namaz, misvaksız kılınan yetmiş rekattan hayırlıdır.” hadis-i şerifini okurdu. “Hadisdeki sivak, “misvaklamak” manasına geldiği gibi “sensiz” manasına da gelir. O zaman hadis-i şerifin manası; “Sensiz, yani kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rekattan faydalıdır.” buyururdu.
Seyyid Taha hazretleri, vefa ve sadakatte hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’ı, şecaatte ve adalette hazret-i Ömer’i, haya ve hilmde hazret-i Osman’ı, vilayet-i kübrada hazret-i İmam Ali’yi (radıyallahü anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resulullaha yakın Eshab-ı kiramdan birisi gibiydi.
Seyyid Taha hazretlerinin, murakabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekar ve heybetinden mübarek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları gür, iki kaşları arası açık, mübarek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nur parçası idi. Gönül sahibleri görünce, ruhen aşık olurlardı. Hülasa, ilahi nurun tecellisi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istila ederdi. Ziyaretçiler, abdestsiz olarak Nehri’ye giremezdi. En büyük halifelerinden “Halife Köse” lakabıyla tanınan meşhur Molla Taha buyurdu ki: “İki yerinden başka Nehri’nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nurdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Musa Bey ismindeki bir münafığın kalesidir.”
Seyyid Taha hazretleri, teheccüd namazını ekseriya bereketli evinde, bazan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını daima camide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, daima salih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibi feyz almak için boyunlarını büküp, o dergaha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikir, fikir, ibadet ve taatsız bir anı bulunmazdı. Seyyid Taha hazretleri dergahı teşriflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası bin yedi yüz hane iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi Seyyid Taha-i Hakkari’nin dergahından yer, içerdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hacegan-ı kebir”, sonra İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat’ı okunurdu. Seyyid Fehim hazretleri Nehri’de ise ona, yok ise, muhterem damadları ve halifeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı.
Bu arada bazı kelime veya cümle üzerinde yapılan geniş izahlar, sohbetlerinin esasını teşkil ederdi. Nehri’de misafirlerden, faraza sadrazam olsa dahi, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikir, fikir ve ibadetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin halini genişçe sual buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme, akraba ziyaretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bazı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Halbuki başta Sultan Abdülmecid Han olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine amade ve hazırdı.
Seyyid Taha hazretleri, bütün cihana hükmeden bir hükümdar olsa, dünyayı en güzel şekilde idare edebilirdi. Aklı, idraki, idare ve intizamı akıllara hayret verirdi. Dünya ve ahirete ait ilimlerdeki maharet ve ihtisası herkesten üstündü. Hülasa, madden ve manen, İslam alemine bahşedilen ilahi lütuflardan bir büyük nimetti.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynaktan feyz aldı. Seyyid Taha, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misafir olurdu. Seyyid Muhammed’in biraderi Molla Lütfi’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizan’dan Van’a gelince, Seyyid Taha’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri’ye Seyyid Taha hazretlerini ziyarete giderdi.
Seyyid Taha hazretlerinin, Halife Köse namıyla tanınan; âlim, amil ve veliy-yi kamil bir talebesi vardı. Seyyid Taha’nın halifelerinden olup, ismi Taha idi. Edebinden, “İsmim Taha’dır.” demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arz edemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Bir gün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin.” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilafetle şereflendikten sonra da ismi, “Halife Köse” kaldı.
Seyyid Taha-i Hakkari’nin pek çok kerametleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Taha hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Taha hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim.” deyince, hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa, anbara değil, bize gel!” buyurduğunda hırsız, tövbe edip, sadık talebelerinden oldu.
Hocası Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, kendisine yazdığı bir mektubunda buyurdu ki: “Allahü teâlâ kalbimin sevgilisi Seyyid Taha’yı fena ve beka makamlarının nihayetine kavuşturmakla şereflendirsin. Bu fakire muhabbet ve ihlas bağı ile bağlılığınızı bildiren mektubunuz geldi. Yüksek Nakşibendiye yoluna hizmet için çalıştığınız ve Kur’an-ı kerimi bir usul ile hatmetme haberinize çok sevindik. İhlaslı olmak şartı ile insanlar sizin vasıtanızla Allahü teâlâya ibadet etmek, Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak gibi her ne yaparlarsa onların kazandığı sevab kadar sizin de amel defterinize yazılacaktır. “İyi bir çığır açan müslüman kimseye, açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez.” hadis-i şerifi bu sözümüze açık delildir. Allahü teâlânın selamı, rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Kulların en zayıfı Halid-i Nakşibendi.”
Seyyid Taha hazretleri, talebesi Seyyid Sıbgatullah Arvasi’ye yazdıkları Farisi bir mektupta şöyle buyuruyor: “İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Bunlar; dinin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlas ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse nimettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka bir şey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel ve sakatlık olursa, bununla birlikte haller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrac bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!”
Seyyid Taha hazretleri Şehidan Dağını her yıl iki kere ziyaret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hatta babalarının medfun bulunduğu Meleyan Köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer zamanında, Eshab-ı kiram, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehid olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehidan (şehidler) Dağıdır.
Irak’tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehri’ye, Seyyid Taha hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Harunan Köyünden geçerken, Seyyid Taha hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Musa Bey adındaki zat, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehri’ye gelip Seyyid Taha hazretlerini haberdar ettiler. Seyyid Taha, Musa Beye haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana aid olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et.” buyurdu. Musa Bey emirlerini dinlemedi, katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; “Benim namıma ve hatırıma versin.” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Taha büyük hiddetle; “Cuma gecesi gelsin de o vermesin görelim.” buyurdu. Cuma gecesi, Nehri’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhanesinde kendine tabi olanlarla oturmuş, Seyyid Taha’nın evliyalığını inkâr hususunda konuşuyormuş.
Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, midesine bir ağrı girerek. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can vermiş. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehri’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Taha’ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, dua buyurunuz.” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz.” buyurdu. Çocukları çok israr ettiler. Hazret-i Seyyid nihayet kalkıp, cenazeye gitti. Cenazenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Taha; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi.” buyurdu. Cenab-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.
Van’ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehri’ye gidip, Seyyid Taha’ya talebe olmak istedi. Kabul edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi.” diye vesvese verdi. O talebe nihayet Seyyid Taha hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi kendisine verilmesi için Köse Halifeye iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Taha’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Seyyid Taha hazretleri, bir gün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübarek ellerini uzatıp; “Def ol, ya lain!” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Halife Köse; “Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye sual etti. O da; “Gürpınar’da bir müslüman sekeratta iken, şeytan aleyhillane imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam imanla vefat etti.” buyurdu. Halife Köse; “Tesbihi iade eden olmasın?” dedi. “Evet, odur!” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti.” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti vardı.” buyurdular.
Seyyid Taha hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi’ye götüren veli-nimeti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pekçok sevablar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevablar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Taha hazretlerinin kabrine gitmek isteyenin Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lazımdır).
Bir gün Seyyid Taha hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstada muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstad, kemal mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona marifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izale eder, giderir.”
Yine şöyle buyurdu:
“Şah-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esasını Eshab-ı kiramın yolu üzere kurdu. Onlar Resulullahın muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de, üstada muhabbet yeter.”
Seyyid Sıbgatullah, Seyyid Taha hazretlerine; “Nefehat gibi bazı kitaplarda, bazı evliya için (kuddise sirruh) bazıları için (rahmetullahi aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye sual edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden bir şeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşadın şartı değildir. (Rahmetullahi aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşad makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faydalı olmuşlardır.”
Bir halifesine şöyle buyurdu: “Halka önce işaretle muamele et, bu fayda vermezse ibare ile (söz ile) söyle. Bu da fayda vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resulullaha kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”
Çeşitli zamanlardaki sohbetleri sırasında buyurdu ki:
“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibadeti kendinden bilmek) ile örtüp yok etmeyiniz.”
“Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helal diyen, yolumuzda değildir.”
“Bizim yolumuzdaki yolcuların faydaları ana ve babalarına da ulaşır.”
Evliyanın vefatından sonra istifade hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez.” buyurdu.
Taha-i Hakkari hazretleri Nehri’de kaldığı kırk iki sene içinde İslamiyetin emir ve yasaklarını insanlara anlatarak onların dünya ve ahirette kurtuluşları için çalıştı. Bütün hocaları gibi İslamın güzel ahlakını yaydı. Siyasete karışmadı. Pekçok veli yetiştirip onlara hilafet verdi. İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Halifelerinin en meşhurları; biraderi Seyyid Muhammed Salih, Seyyid Sıbgatullah Arvasi, Seyyid Fehim Arvasi’dir. Bunlardan başka halifeleri de vardır.
Seyyid Taha-i Hakkari hazretleri 1852 (H.1269) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet anında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli damadı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret afettir. Artık bizim dünyadan gitmemizin zamanı geldi.” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektup nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hane-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helallaştı, vedalaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Salih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Biraderim Salih, kamil, olgun bir velidir. Herkesin başı onun eteği altındadır.” buyurdu. Yerine kardeşi Salih hazretlerini halife bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yasin-i şerif tilavetleri arasında, mübarek ruhunu Kelime-i tevhid getirerek teslim eyledi.
Mübarek mezarı Nehri’dedir. Onu seven aşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübarek kabrinden yayılan nurlardan, feyzlerden istifade etmekte, bereketlenmektedirler.
Senin aradığın şey bu kapıda yoktur
Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Taha hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Taha’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme!” dedi. O da kalkıp Nehri’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Taha hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Taha hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitab edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur.” buyurdu.
Baston ve dayak
Herki aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyaret için Nehri’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehri’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu adeti bozup, abdest almadan gideceğim.” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu adeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim.” dedilerse de, Hoca Efendi; “Sanki bu dini bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düştü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilahi baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergahına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Taha hazretleri; “Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz.” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.