Her ne kadar mevcudat, mekan ile mukayyed ise de, mürid, şeyhinin ruhaniyetinin bir yere bağlı olmayacağına inanırsa, nerede olursa olsun, onun için fark etmez. Mürşidinden istifade edebilir. Bedenen mürşidinden uzakta olsa dahi, şeyhin ruhaniyyeti ondan ayrılmaz.
Uzaklık ancak müridle alakalıdır. Şayet mürid kalbinde şeyhini hatırlarsa, şeyhine yakınlaşır, kalbini ona bağlar ve ondan istifade eder.
Müridin başına bir ma’nevi hal gelip mürşidine ihtiyacı olduğunda, kalbiyle onun yanında olduğunu düşünür ve halini ona arz eder. Zahiri dil ile değil, kalp diliyle ondan sorar. Şeyhin ruhaniyyeti de ona bu halin ma’nasını ilham eder. Bu halin müride kolaylaşması, kalbini mürşidine bağlamakla olur. İşte kalp lisanının açılması, kalp yolunun Allah ‘a (c.c.) açılması ve Allah ‘ın o kalbi kendisiyle konuşucu kılması, bu ma’na kabilindendir.
Şeyh İbrahim Düsuki derdi ki:
“ Ey evladım! Eğer bana vermiş olduğunuz sözde doğru olursanız, ben size çok yakın olurum. Benden tevbe almışsanız, vasiyyetimle amel etmişseniz ve sözümü dinlemişseniz, şayet herhangi biriniz maşrıkta, ben de mağribde olsam, yine de benim şahsımın karaltısını görür.
Sizin başınıza kendi sırrınız olan bir işte bir karışıklık gelse yahut da Rabb’inizden soracağınız bir durum arız olsa, yüzünüzü çevirin, hissi gözünüzü kapatın ve kalp gözünüzü açın. Beni açıkça göreceksiniz ve her işinizde benimle istişare edeceksiniz. O onun yapın. Bu yalnız bana has değil, muhabbetinde doğru olduğunuz tüm şeyhler için geçerlidir. Allah dostlarının müridleri ile olan münasebetleri bu şekildedir.”
Şeyh Ahmed b. İbrahim b. Alan, Şeyh Ahmed b. Abdil –‘d-Daim’in (k.s.) kasidesinin şerhinde:
“ Görüldüğünde, onlar görmekle Mevla hatırlanır.” Sözünü açıklarken şöyle der:
“Yani bu kul görüldüğünde, onu görmekle, onun Mevla’sı hatırlanır.
Zira hadis-i şerifte salihler şöyle vasiflanmışlardır:
“ Sizin en hayırlı olanlarınız, görüldüklerinde (kendileri vesilesiyle) Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.”
( Cami’u’s-Sağır,3986)
Çünkü mü’minin kalbinin nuru, yüzüne vurmaktadir.
Cenab-ı Mevla (c.c.) söyle buyurmaktadır.
سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِم مِّنْ أَثَرِ السُّجُو
“ Onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.”
( Fetih, 29)
Her kim ki bu nuru görürse, kalbden yüze yansımış olan Hakk’ın nurunu görmüş demektir. Bu , kim için tamamsa saadet ve kurbiyyete ulaşmıştır.
Şeyh Ahmed b. Abdi’l-Daim’e rabıta: şeyhin yüzünü görmekten ibarettir. Zikir verdiği semereyi o da verir. Bilakis şart ve adabşnı bilen için zikirden daha te’sirlidir.
Rasululah!ın (s.a.v.) Sahabe-i Kiram’ı (r.a.) terbiyeleri de bu kabildendir. Çünkü onlar Rasulullah’ın mübarek ve nezih yüzlerini görmekle her türlü riyazet ve mücahededen müstağni oluyorlardı. Zikirlerden ziyade, onu (s.a.v.) görmekten istifade ediyorlardı ve bu istiğna ve istifade çok kısa zamanda oluyordu. İşte, bundan dolayıdır ki, Sahabe’nin benzersiz dereceleri vardır.
Ihsas, muhabbet ve teslimiyyetle şeyhlerle beraber olmak – bir saat dahi olsa öğünülecek bir mertebedir.
İbn-i Ebi Davud el-Hanbeli (ki Tahfetü’l-İbad kitabın müellifidir), Adabu’l Müaid adlı kitabında şöyle der:
Müridin doğru mürid olduğunun alameti, kalbini şeyhine bağlaması, şeyhinin gıyabında ve huzurunda onun müşahedesinde kaybolmasıdır. Ta ki ondan başka hiçbir mahluk görmemesidir. Bu durum ertık onda görüldü mü, ondan, Cenab-ı Mevla’nın (c.c.) müşahedesine geçilir (Daha önce de söylemiştik ki Cenab-ı Mevla ‘yı dünya gözüyle görmek, bu dünyada sadece Rasulullah’a aittir. Tasavvuf kitaplarında her nerede müşahede, görme, huzur terimleri kullanılsa; kalben O’nun nurunu ve hazzını hissetme ma’nasında anlaşılmalıdır). Bunu ise ancak Arif-i billah müşahede edebilir. Bütün bu makamlardan habersiz, aklı karışık ve nefs-i emmaresinin isteklerine yenilmiş kişi ve ruhaniyyet namına, kendisinde bir şey kalmayan inkarcı, bunu göremez.”
İbn-i Ataullah Şazeli (k.s.), zikrin adabı hakkında yazdığı Miftahu’l-Felah adlı kitabında şöyle der:
“ Meşayih-i Kiram demişlerdir ki:
Şeyhin gözünün önünde hayal ederek, şeyhinin nazarının altına giren hangi mürid olursa olsun. Şeyhi o yolda onun refiki ve rehberidir. Zikre ilk başlarken onun istimdadı aslında Rasulullah’tandır (s.a.v.). Çünkü şeyhi onun varisi ve naibidir. Rasulullah’ dan (s.a.v.) istimdad ise hakikatte Allah’tandır (c.c.)”
Şeyh Addü’l-Vehhab Şarani de Mudaricü’s-Salikin adlı kitabında şöyle der:
“ Yedinci edeb ise; şeyhinin hayalini gözünün önüne getirmektir. Bu, tasavvuf ehli indinde en mühim ve te’kidli edeblerdendir.
Bahru’l-Mevdüd adlı kitabında da der ki:
“ Ey kardeşlerim! Şunu iyi bil ki, herhangi birimizin kalbini -ölü veya diri- bir şeyh, şeyh olmasa dahi, fayda verir. Çünkü bizim ona olan bağlantımız, zatından dolayı değildir. Hakikaten Allah (c.c.) içindir.
Hakk Teala’nın (susamışın su sandığı ) serapta bulunması muhal ( imkansız) olduğu gibi, iyi de bilinmiş herhangi bir insanın yanında da kaybolması (bulunmaması) muhaldir. Çünkü serap hakikatte yoktur. İyi ise vardır ve hakikattir. Sen anla…
(Yani insan, gönlünü Allah için bir şeye bağlarsa, niyetinden dolayı Allah (c.c.) onu karşılıksız bırakmaz. Cenab-ı Mevla (c.c.) kulun zannı üzeredir.)
Rabıta üzerinde daha bir çok şeyler konuşulabilir. Fakat bu kadarı kafidir.
Alemlerin ve Meşayih-i Kiram’ın sözlerinden anlaşılıyor ki, rabıta;sadece Nakşibendiyye Tarikatı’na mahsus değildir. Bütün tarikatlar rabıtaya çok önem vermişlerdir.
Allah (c.c.) bizi hak yola hidayet etsin. Heva ve nsfs-i emmareye tabi olmaktan kurtarsın. Amin .